Güzel bir İstanbul akşamındaki dost sohbetinden

Yurtdışına ertesi gün gidecek bir dostumuzla güzel bir İstanbul akşamında birlikte olduk. Günün hayhuyundan, İstanbul’un gürültüsü ve trafiğinden uzak, dingin bir beraberlik içinde yaptığımız bu sohbet, hem keyifli hem de verimli oldu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e toplumumuzun DNA’sında bulunan kimilerini terk ettiğimiz konuları ele alıp, bugün için bunların yenilenmesinin topluma bir şeyler katıp katmayacağını konuştuk. Genç bilim adamlarımızın bu konuları ele alıp irdelemesinin, mümkünse yeni modeller ortaya koymalarının toplumun gelişine önemli katkılar sağlayabileceği sonucuna vardık.

Geçen hafta güzel bir İstanbul akşamında dört dost birlikte bir şeyler yiyip içerek sohbet ediyorduk. Bunun nedeni Osman Ata Ataç’ın ertesi sabah Amerika’ya gidecek olmasıydı. Sohbet sırasında öğrendik ki Ataç, Amerika’dan doğrudan Türkiye’ye dönmeyecek İsveç’e geçip onların talep ettikleri “İhracatlarıyla ilgili model” çalışmasına katkıda bulunacak. Darısı, yeni kurulan Ekonomi bakanlığımızın model arayışımız içinde bu konuda önemli uzmanlığı olan Ataç’tan yararlanılmak için çağrı yapılması…

Sohbetin odağında daha ziyade Osman Ataç’ın açtığı konular ve bizlerin o konularla ilgili aktardığımız görüşler oldu.

Ataç önce, Osmanlı’dan bu yana ülkemizin yapısını incelememize yol açacak, DNA’mızda yer alan bazı konuları ortaya attı. Hiç sömürge olmamış, başka ulusların baskısını yaşamamış olan bu toprakların halkın özelliklerine, hangi baskılara maruz kaldığını sohbet konusu yaptık. Bu topraklarda bireye baskının Osmanlı’da da, yeni Türkiye Cumhuriyeti döneminde de kendi yönetiminden geldiği sonucuna vardık. Osmanlı döneminde padişah ve devşirme ile sadece padişaha bağlı kapıkulu yönetiminin tabaya bir baskısı olduğunu, Cumhuriyet döneminde de yönetimin “jandarma baskısı” diye isimlendirilen bir baskıyı toplum üzerinde uyguladığı konularını ele aldık. Bunun toplumda işgal ve sömürge yaşamış ülke insanlarından çok farklı bir davranış biçimine yol açmış olabileceği sonucuna varıp, sosyolog ve sosyal psikologlarca incelenmesinin önemli olacağını düşündük.

Sonra toplumsal DNA’mızda bulunan bazı kurumları sohbetimiz gündemine getirdik. Osmanlı’nın ASES’i ve Cumhuriyet’in Bekçi babasının dar alanda mahalledeki her şeyden haberdar bireyler olarak toplumsal güven açısından önemine ulaşınca, bu müesseselerin bizim için yeniden gerekli olup olamayacağının irdelenmesi gerektiği sonucuna vardık.

Osmanlı’nın vakıf müessesesi ile Batı’nın anonim şirketini doğuş nedenleri ve işlevleriyle karşılaştırdık. Osmanlı’da vakıfların köprü, cami gibi toplumsal ihtiyaçları da karşılayan bir model olduğunu, Batı’da ise anonim şirket kuruluşunun toplumun bu tür ihtiyaçlarına çözüm üretmek için kurulmuş bir model olduğu ele aldık. Ömür Lütfü Barkan, Sahillioğlu gibi bilim adamlarının vakıflar üzerine çalışmalarının Şükrü Hanioğlu gibi genç bilim adamlarınca ele alınarak, bugünkü toplumsal yapımızda yararlanabilecek hangi unsurlar olduğu ortaya konulmalıdır. Birçok ülkede vakıf sisteminden esinlenerek yeni kurumsal çalışmalar olduğunu bilmemiz belki de bu sonuca varmamız sonucunu beraberinde getirdi. Bizim DNA’mızda olandan başkaları yararlanırken, bizim genç bilim adamlarımızın da bizim yararlanacağımız unsurları araştırmasının önemi sohbetimize konu oldu.

Bazı dost sohbetleri sona ererken bir yandan “Tadı damağınızda kalır.” Bir yandan da sohbette gündeme gelen birçok soruya yanıt vermek için neler yapılması gerektiğini düşünmeye başlarsınız.

İşte, güzel bir İstanbul akşamının yemekli sohbetinde Osman Ata Ataç’ın arada ortaya attığı soru cümleleriyle gelişen sohbetimizden benim aklımda kalanlar bunlar. Son olarak söyleyebileceğim, başkalarından ithal ederek kendimize uydurmaya çalışacağımız değerlerden çok daha fazlasını kendi DNA’mızda yer alan konular ve kurumlarda ararsak daha iyi sonuç alabilirizdir.

Yorumunuzla Bu Yazıya Katkıda Bulunun

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir