Çetin Ünsalan – Ticaret savaşı ne demek?

Bugünlerde herkesin dilinde bir ticaret savaşı var. Özellikle son dönemde ABD’nin ithal çelik ve alüminyuma getirdiği yüksek vergiler nedeniyle bu konu daha çok gündemde. Herkes bu çerçevede işi görmeye çalışıyor. Çünkü olası bir risk tetiklemesi istemiyorlar. Hatta IMF Başkanı Lagarde bile “Ticaret savaşının kazananı olmaz” diyerek konuya dahil oldu.

Şüphesiz güzide medyamız da bu meseleyi kendi istediği gibi AB ve Türkiye – ABD ile mücadele ediyor şeklinde vermeyi tercih etti. Oysa kimsenin dile getirmek istemediği gerçek ‘korumacılık’ kelimesinde düğümleniyor.

Meseleyi anlayabilmek için biraz geriye gidelim. 2008 yılında hedge fonlar başta olmak üzere türev piyasalar üzerinden tüm dünyayı sarsan krizi çok iyi hatırlayacaksınız. O süreçte daha sonra kopan infial neticesinde, yanlış anlama olduğu söylenmesine rağmen İngiliz Dışişleri Bakanı’nın krizin faturasını gelişmekte olan ülkelerin ödeyeceğine dair beyanı da hafızamızda.

Yani birinci tespit şu: Mal ve hizmet üretiminin 10 katı boyutunda yaratılan, 2 binli yıllara damgasını kumarhane ekonomisinin henüz ödenmeyen bir faturası daha var. İngiliz Dışişleri Bakanı’nın sözü aslında bir niyetin tezahürüydü.

Nitekim sonrasında başlatılan geçici ve ikinci parasal genişleme buna giden yolda önemli bir adımdı. Havuç gösterip, cepleri boşaltmak üzerine bir kurguydu. Lakin sonra işler istendiği gibi gitmedi. Önce adına Arap Baharı denilen banker cehennemi istenen sonucu vermedi ve burada çok kutuplu dünyanın oluşacağı kesinlik kazandı.

Ardından ABD ilk hamlesini parasal genişlemeyi bitirerek ve akabinde de faiz arttırımına giderek yapacağını duyurdu. Neticede de bu süreç halen devam ediyor. Fakat son kırılma Ukrayna meselesinde yaşandı. Ukrayna – Rusya arasındaki kriz ve Kırım Referandumu’nun batının istediği sonuçlarla çıkmaması, petrol üzerinden Rusya’ya ambargoyla şekil buldu.

Lakin burada da hesap şaştı. Tıpkı Suriye meselesinde olduğu gibi… AB burada ABD’nin iteklemesiyle ön alırken büyük zararlar yazmaya başladı. Yani yarını kurgulamak adına fatura ödemeyi göze alan Rusya hesapları bozdu. Bu durum AB ve ABD arasındaki vesayet savaşını da alevlendirdi.

Bir Alman otomotiv firmasına emisyon üzerinden kesilen cezalarla başlayan, ABD’li yazılım şirketlerine vergi incelemesiyle devam eden ve süre gelen bir süreç yaşandı. Bir tarafta kur savaşları yaşanırken, diğer tarafta firmalar üzerinden bir vesayet savaşı ortaya çıktı.

Ardından Brexit de önemli kırılmalardan biri oldu. Gerek G20 toplantılarında gerekse de Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kuruluşların beyanatlarında hep ortak vurgu vardı: Korumacılıktan kaçınalım. Bunun ülkemizdeki en önemli sözcüsü de Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek oldu.

Elbette burada ısrarla tavsiye edilen yapısal reformları da unutmamak lazım. Ülkemizin ihtiyacı olan yapısal reformlardan bahsetmiyorum. Dünya genelinde gelişmekte olan ülkelere dayatılan ‘siz açılın biz korunalım’ yaklaşımının tezahüründen söz ediyorum. Ne yazık ki Şimşek’in söylediği de bundan başka bir şey değil.

Geldiğimiz noktada geleceğin ekonomik, bağlantılı olarak siyasi kavgası yaşanırken, bir yandan da herkes ödenmesi kaçınılmaz olan faturadan kendisini korumak, keskinleşen süreçten de en az hasarla çıkmak gayesi taşıyor.

Tüm bu süreci görmeden, okumadan bahsedeceğiniz bir ticaret savaşı ise moda terim olmaktan öteye gitmez. Bu nedenle dünya üretime yönelirken, bizim bu ithal kafayı değiştirmemiz kaçınılmaz. Yoksa bilim bakalım o fatura ne olacak?

Sözün özü meseleyi ticaret savaşı diye sulandırıp işin içinden çıkamazsınız. Burada bildiğin geleceğin dünya ekonomisinde kimlerin söz sahibi olacağının mücadelesi yaşanıyor. Ve bu mücadelenin geri tepecek en önemli yaklaşımı; hamaset dolu sözlerle gün kaybetmek… Dünya koşar adım ikinci dibe ve korumacılığa gidiyor; peki biz ne yapıyoruz? Üretimsizleşiyoruz….

[email protected]

Yorumunuzla Bu Yazıya Katkıda Bulunun

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir