Kabile Ekonomisinin Ceoları

Türkiye’de ekonomi yönetimi her zaman sorunlu olmuştur. Parti bazlı kadrolaşmadan kaynak israfına kadar bir dizi problemi alt alta koymak mümkün. Fakat son 10 senede yaşadıklarımız, bundan önce yaşadıklarımıza adeta rahmet okuttu.

Devleti bir şirket gibi yönetmeye kalkanlar, ‘verimlilik’ ilkesinden kâr/zarar ilişkisini anladıkları için, kağıt üzerinde kendilerini rahatlatan her rakama ‘iyi’ muamelesi yaptılar. Bu arada çalışan haklarından optimum faydaya kadar birçok unsuru da önemsemez bir tavır içine girdiler.

Bu eğilim zaman içerisinde bilgisizliği yanlış fikirlere, cahilliği de küstahlığa çevirdi. Kendilerinden başka kimsenin bir şeyden anlamadığını düşünen dar kafalılar, elde ettiklerinin başarı olduğunu zannedip konuyu, koyun gütme muhabbeti seviyesine kadar indirdiler.

Cahildiler, çünkü her şeyin kağıt üzerinde halledilmesiyle başarılabileceğine inandılar. Küstahtılar, ülkeyi bir kabile zihniyetiyle yönetme eğilimine girdiler. Tıpkı 2008 yılına kadar kendilerini ilah zanneden ABD’deki Ceo’lar gibi…

Onların ne kadar başarılı (!) oldukları ise son soygun ile birlikte şirketler üzerinden yaptıkları her türlü dalaverenin neticesiyle görüldü. Sonuçları dünya çapında büyük boylu bir fatura olarak önümüzde duruyor.

Dönelim bizimkilere… Yani kabile ekonomisinin ceolarına… İki örnek vereceğim size… Bunlardan birincisi pazar günü Hürriyet Gazetesi’nin manşetinde yer aldı ve itiraf gibiydi. Radyoloji uzmanı bir doktorun açıklamalarıyla manşete taşınan haberde, aslında nasıl bir sağlık masalının içinde yaşadığımızı gözler önüne seriyordu.

Bilgisayarlı tomografi ve MR çekimi için devlet ihalelerini düşük fiyatla alan şirketlerin, kâr amacıyla kaliteden verdiği tavizin teşhis hatalarına ve ölümcül sonuçlara nasıl neden olduğu aktarılıyordu. Ama vatandaş gözüyle baksanız, herkesin tomografi ve MR’ını çekiyorlar. Parası ödeniyor, ama bir şeye yaramıyor.

Tıpkı Türk ilaç sanayinin üretiminin engellenip, yabancı ilaçlara mahkûm edilen bir pazarda fiyatlara baskı yaparak halka şirin gözükürken verilen resim gibi. Orada da vatandaşın görmediği ilaçların muhteviyatıyla oynandığı, adetlerinin azaltıldığı, yani tedavi edici özelliğinin ortadan kalktığıydı. Ama vatandaş istediği her ilaca ulaştığını düşündü. Hapı yuttu, ama tedavi olmadı.

Zaten hasta olanı da devleti kazıklamak üzere bekleyen özel hastaneler kollarını açmış bekliyorlardı. Bunun sağlamasını sosyal güvenlik reformu(!)’nun ardından patlayan özel hastane ödemelerinde görebilirsiniz. İşte buna ekonomi cahilliği diyoruz.

Bir de işin küstahlık boyutu var. İkinci örneği oradan vereceğim. İstanbul’da Sosyal Hizmetler’de farklı noktalara tayinini isteyen bir grup çalışan oldu. Gerekli dilekçelerini verdiler. Bu arada taşeronlaşma olduğu için bazılarına haklarından vazgeçmesi için baskı yapıldı. Neticede mart itibariyle yeni görev yerlerine gidebilecekleri ifade edildi.

Personel tam işe başlamaya hazırlanırken, komisyondan itiraz geldi. Yeni bir mülakatın söz konusu olacağı vurgulandı. Oysa hepsi 6-7 senedir görev yapan, konusunda uzmanlaşmış personeldi. İkinci mülakatta hepsi dışarıda bırakıldı.

Kimisi eşi muhalif bir kanatta görev yaptığı için, kimisi partili olmadığı için… İkinci mülakatta sorulan sorulardan biri şu: Din eğitimi verebilir misiniz? Eski personel din eğitimi konusunda bir uzmanlıkları olmadığını, ama işe konu olan alanda her türlü eğitimi verebileceklerini ifade ediyorlar. Çünkü verilen hizmetle din bilgisinin hiç ilgisi yoktu.

Sonuç mu? Din eğitimi verebilecek (!) stajyer düzeyindeki, yani vasıflı olmayan ‘bizden’ olan özelliğiyle işe alınanlar göreve başladı; ortalama 6 yıldır mesleğe hizmet veren ve çoğu da ilgili birimlerindeki amirleri tarafından tasdik edilen kişiler kapının önüne koyuldu. İşte bu örnek olayın küstahlık boyutunu sergiliyor.

Sadece bu mu? Eli kanlı bir katille pazarlık yapanlar, olay ortaya çıkıp da haber olunca, haberi yapanlara çemkiriyorlar. Diyor ki: Siz bana inanın. Peki ama neden kimse sormuyor? Neden inanılsın? İki gün öncesine kadar bunlarla görüşen şerefsizdi, iki gün sonra evet görüşülüyor dendi. Her ikisini de söyleyen ‘bana inanın’ diyendi. Niye inansın bu millet? Ama yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış ya, bağır çağır belki millet yine yer. Taktik bu.

Velhasıl kelam, ister ekonomi, ister siyaset, neresinden bakarsanız bakın, Türkiye bir kabile gibi yönetiliyor. İşin en acısı da kabile ekonomisinin ceoları kendilerini nimetten sayıyor. Ve ne yazık ki, bazıları da ya korkudan, ya çıkar uğruna ya da akıl tutulmasıyla bu işe alkış tutuyor. Siz de kendi kendinize sık sık şunu sormuyor musunuz? ‘Memleket ne hale geldi?’ Çok acı çok…

[email protected]

Yorumunuzla Bu Yazıya Katkıda Bulunun

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir