Risk, Cari Açık, Büyüme ve Eğitim

Hafta sonu G-20 toplantısında, ABD Hazine Bakanı, Avrupa’nın kendi sorunlarını çözmekte daha kararlı davranması ve daha fazla parasal destek vermesi gerektiğini söyledi. Almanya’nın yanıtı Maliye Bakanı’ndan geldi: “Biz ev ödevimizi yaptık.”

Risk alma iştahı

Avrupa krizinin yayılarak dünyanın başına bela olmasını engellemek için daha fazla paraya gereksinim var. Artık adlarını karıştırmaya başladığım finansal kurtarma fonlarından birinin süresi temmuz ayında bitiyor. Yerine kalıcı olanı devreye girecek. Kalıcı olanının sermayesi 500 milyar euro. Bunun yeterli olmadığı uzun bir süredir konuşuluyor. Bu köşede bu yorumlara 2011 içinde çok değindim. Bir öneri, ortadan kalkacak fonda geriye kalan 200 milyar euronun da kalıcı fondaki 500 milyar euro ile birleştirilmesi.

Almanya buna karşı çıkıyor. Öte yandan Çin, Japonya ve ABD gibi ülkelerin en azından IMF’nin olanaklarını artıracak, daha iyisi, hem bu fona katkıda bulunacak hem de IMF’nin kredi açma olanaklarını artıracak biçimde devreye girmeleri çağrısı var. ABD Hazine Bakanı’nın “siz önce ev ödevinizi yapın” demesi, “kurtarma fonunuzu gerçekten ‘kurtarıcı’ duruma getirecek biçimde sermayesini yükseltin” anlamına geliyor.

G-20 toplantısındaki bu çekişme, Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) ucuz krediyle Aralık 2011 sonunda devreye girmediği ve ABD Merkez Bankası’nın (FED) düşük faiz politikasını 2014’e kadar değiştirmeyeceğiz açıklamasını yapmadığı bir durumda ortaya çıksaydı, finansal piyasalar yine çok çalkantılı bir dönem yaşarlardı. Neyse ki ECB ve FED’in kararları ve açıklamaları risk alma iştahını belirgin biçimde yükselttiler de, G-20 toplantısındaki havanda su dövme belirgin bir sarsıntıya yol açmadı.

‘Neyse ki’ diyorum çünkü Türkiye’nin büyüme oranının ne düzeyde gerçekleşeceği ne yazık ki yabancı finansal yatırımcıların insafına kalmış durumda. Bu yeni bir olgu değil; uzun yıllardır böyle. Aynı hikâye: Yurtiçi tasarruflarımız hızlı büyümek için gereksindiğimiz yatırımları borçlanmadan yapmamıza yeterli olmaktan çok uzak. Ancak dışarıdan kaynak (borç) buldukça yeni kapasite inşa etme olanağımız artıyor. Ek olarak bir de 2010 ve 2011’de çok fazla kısa vadeli dış borçlanma gerçekleştirdik.

Büyüme-cari açık

Yabancıların risk alma iştahı kesilirse, vadesi hemen gelen yüklü miktarda borcumuz için yeniden borçlanma olanağımız azalacak; şirketlerimiz bilanço küçülterek, bankalarımız da kredi arzını azaltarak bu borçlarını ödeyecekler. Bu durumda 2011’deki yüksek büyümeden sonra ‘sert iniş’ yapmak olasılığı ortaya çıkıyor. Bu nedenle, yurtdışı, özellikle de Avrupa ile bu kadar ilgileniyoruz.

Elbette yurtdışına bu kadar odaklanmamızın bir diğer nedeni, ihracat performansımızın, pazarlarımızın ne kadar büyüyeceği ile yakından ilgili olması. Özellikle Avrupa’nın tekrar küçülme sürecine girmesi bu açıdan bizi ürkütüyor. Ancak bu ikinci etki, tasarruf oranı ister düşük ister yüksek olsun, herhangi bir ekonomi için de benzer etkiyi yaratıyor. Oysa ilk etkiden, yani, dışarıdan borçlanma olanağımızın azalmasının ‘sert iniş’e yol açması olasılığından bu kadar ürkmemizin nedeni, tasarruflarımızın yetersizliği. Risk alma iştahının azalması her ülkeyi şu ya da bu ölçüde etkiliyor ama özellikle bizim gibi yüksek cari açık veren ülkeler için çok önemli bir baş ağrısı.

Türkiye’nin bu temel yapısal sorununun üzerine gitmesi gerekiyor. Bunun bir yolu daha rekabetçi bir ekonomiye kavuşmaktan geçiyor. Daha rekabetçi, yani daha verimli çalışan, daha yüksek teknolojiye üretilmiş ve dolayısıyla katma değeri yüksek malları satabilen bir ülke. Şüphesiz bu konuma bir çırpıda gelmek mümkün değil. ‘Bir çırpıda’ değil ama ‘gelmek’ mümkün. İşgücünün eğitim düzeyini artırmak o düzeye gelmenin olmazsa olmaz koşulu.

Büyüme-eğitim

Bir ülkenin eğitim düzeyi ile büyüme oranı ve refah düzeyi arasında çok yakın bir ilişki var. Kalkınma ders kitapları sayısız örnekle dolu. Kaldı ki bu ilişkinin varlığına ikna olmak için kitaplar karıştırmaya gerek de yok.

Şimdi düşünün: Türkiye daha iyi kaynak ustaları, elektrik teknisyenleri, inşaat ustaları, mühendisler, öğretmenler, öğretim üyeleri, doktorlar, madenciler, tornacılar, ayakkabı tamircileri, daha istediğiniz mesleği ekleyin, yetiştirseydi… Vatandaşlarını birbirlerine daha saygılı olacak şekilde eğitebilseydi… Dünya ile daha çok bütünleşmeleri için onlara daha iyi yabancı dil öğretebilseydi…

Daha iyi konutlarda oturmaz mıydık? Daha kaliteli yollarda seyahat etmez miydik? Altyapı sistemimiz daha sağlam olmaz mıydı? Aynı işi daha az zamanda yapmaz mıydık? Daha yenilikçi olmaz mıydık? Daha kaliteli mal üretmez miydik? Kısacası daha rekabetçi olmaz mıydık?

Eğitimde yine önemli bir düzenleme yapılmak üzere: 4+4+4. Eğitime ilişkin yeni düzenlemeye yukarıda değindiğim pencereden mutlaka bakmak gerekiyor. Bu gerekliliğe işaret eden başkaları da var elbette. Ne yazık ki sesleri pek duyulmuyor.

Farazi bir hesaplama

Bu vesileyle daha önce çok yaptığım bir karşılaştırmaya tekrar yer vereyim. Türkiye’nin satın alma gücüne göre düzeltilmiş kişi başına gelirini, dünyanın gelişmiş en büyük yedi ekonomisinin (G-7) yine satın alma gücü ile düzeltilmiş ortalama kişi başına gelir düzeyi ile karşılaştıracağım. Ortaya çıkan tablo şöyle:

1980-2010 döneminde bu oranın ortalaması yüzde 28.1’di. Son yıllarda Türkiye’nin lehine sınırlı da olsa arttı ve 2010’da kişi başına gelir düzeyimiz G-7’nin yüzde 34.3’ü oldu. Bu sınırlı iyileşme bir tarafa, yıllar sonra hala gelişmiş ülkelerle aramızda çok büyük bir refah farkı olduğu ortada. Karşılaştırmayı 1960’a da götürsek bir şey değişmiyor. 1960’ta söz konusu oran yüzde 27.1 düzeyindeydi. Bir parça kıpırdanma olsa da, elli yıldır neredeyse yerimizde saydığımızı belirtmek mümkün.

1960-1975 döneminde ortalama büyüme oranımız yüzde 5.4 olarak gerçekleşti. Oysa 1976-2011 dönemindeki ortalama büyüme hızımız yüzde 4.1 düzeyinde. 1975’ten sonraki dönemde yüzde 4.1 yerine yüzde 5.4 oranında büyüseydik kişi başına gelir düzeyimiz ne olurdu? Bu soru haklı bir soru. Öyle ya 1960-1975 döneminde bu büyüme oranını gerçekleştirebilmişiz. Üstelik çok daha yüksek büyüme oranı tutturup uzun süre sürdüren ülkeler de var. Bu durumda, kendimizi neden yüzde 5.4 ile sınırlayalım? Yine çok iddialı olmayan başka bir büyüme oranı seçeyim. Mesela yüzde 6 alayım ve aynı soruyu tekrarlayayım: 1975’ten sonraki dönemde yüzde 4.1 yerine yüzde 6 oranında büyüseydik nasıl bir kişi başı gelir düzeyine ulaşırdık?

Grafik 1’de reel gayri safi yurtiçi hasılamızın (GSYH) 1960-2011 dönemindeki hareketleri gösteriliyor. Gerçekleşmeyi gösteren en alttaki eğrinin dışında iki eğri daha var. Ortadaki eğri, 1975’ten itibaren her yıl yüzde 5.4 büyüseydik ortaya çıkacak farazi GSYH’yi gösteriyor. Üstteki eğri ise 1975’ten itibaren yüzde 6 büyüseydik ortaya çıkacak farazi GSYH’yi temsil ediyor.

1976-2011 döneminde gerçekleşen ortalama büyüme oranında 1.3 puan gibi makul sayılabilecek bir artış bile, şu anda oldukça farklı bir refah düzeyine getirecekti Türkiye’yi. Kişi başına gelirimizin G-7 ülkelerinin ortalama kişi başına gelir düzeyine oranı yüzde 34 yerine yüzde 54 düzeyinde gerçekleşecekti. Ortalama büyüme hızı yüzde 5.4 yerine yüzde 6 olsaydı, kişi başına gelir düzeyimiz 2010’da G-7’nin yüzde 34’ü değil de yüzde 71’i olacaktı.

Eğitimde kaliteyi çok ciddi biçimde tartışmanın zamanıdır.

Yorumunuzla Bu Yazıya Katkıda Bulunun

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir