Hangi Pencereden Bakmalı?

Türkiye ekonomisine ilişkin yapılan övücü konuşmaların yerinde olup olmadığı hangi pencereden baktığınıza bağlı. İki pencere özellikle önemli. İlki ‘istikrar’, ikincisi ise ‘uzun dönemli büyüme performansı’ penceresi. Sadece istikrar penceresinden bakmayı tercih ediyorsanız ortada başarılı bir Türkiye var. İkinci pencereden bakmayı yeğlediğinizde ise görülen Türkiye manzarası pek iç açıcı değil. Önemli olan ilk penceredeki güzel manzarayı ikincisine de taşımak.

Bir üçüncü pencere daha var ama bu pencereden bakmanın bir anlamı yok. Bu pencere Türkiye’nin dünyanın kaçıncı büyük ekonomisi olduğunu gösteriyor. Şöyle düşünün: Bir A ülkesi var bir de B ülkesi. A ülkesinin gayri safi yurtiçi hasılası (GSYH) 1 trilyon dolar, nüfusu ise 100 milyon. GSYH’sinin bu düzeyi bu ülkeyi dünyanın onuncu büyük ekonomisi yapsın. B ülkesinin GSYH’si A ülkesinin yarısı kadar, yani 500 milyar dolar, nüfusu ise 25 milyon – A ülkesinin dörtte biri kadar- olsun. Bu GSYH büyüklüğü ile B ülkesi dünyanın yirminci büyük ekonomisi konumunda. Farklı bir ifadeyle A’nın çok gerisinde.

Soru şu: Hangi ülke daha zengin? Şüphesiz B ülkesi. A ülkesine kıyasla iki katı daha zengin: Kişi başına gelir düzeyi B ülkesinde 20 bin dolar iken A ülkesinde 10 bin dolar. Kıssadan hisse: GSYH büyüklüğü sıralaması tek başına önemli değil. Karşılaştırmayı hiç olmazsa kişi başına gelir düzeyine göre yapmak gerekiyor.

‘Hiç olmazsa’ dedim; kişi başına gelir düzeyi de insanların refahını ölçmek için tek başına yeterli değil. Bu gelirin nasıl dağıldığı çok önemli. İnsanların doğduklarında ortalama kaç yıl yaşamalarının beklendiği önemli. Bu gelirin nasıl yaratıldığı; çevrenin kirletilip kirletilmediği, ortalama eğitim düzeyi gibi göstergeler de önemli. Ama açık ki kişi başına gelir düzeyi ‘bir şey’ gösterirken, salt ekonominin büyüklüğüne bakmanın hiçbir anlamı yok. Kaldı ki yapılan çalışmalar, bazı istisnalar dışında (mesela Körfez ülkeleri), kişi başına gelir düzeyi ile yukarıda belirttiğim göstergeler arasında doğru orantı olduğunu gösteriyorlar.

Kısacası yine iki pencere ile baş başa kalıyoruz. ‘İstikrar penceresi’ genellikle güzel bir manzara sunuyor bize: Bütçe performansımız iyi. Kamu borcu GSYH’mizin yüzde 42’si kadar; düşük bir rakam. Bankacılık sektörümüz sağlam. Reel faizler düşük bir düzeyde. Bu ortamda en önemlisi de Türkiye’ye yönelik risk algılamasının yüksek olmaması.

Manzaramızı daha da güzelleştirmek için yapılacak bazı işler de yok değil. Farklı bir ifadeyle bazı ayrıksı otlar mevcut: Yüksek döviz ihtiyacı (yüksek cari işlemler açığı) var ve bu ihtiyaç kısa vadeli sermaye girişleri ile karşılanıyor. Cari açığa karşı kısa vadede alınabilecek ekonomi politikası önlemlerinden biri olan bütçe disiplinini artırmak konusunda biraz ayak diredik: Geçici gelir artışları dışarıda bırakıldığında bütçe performansında bir yıl öncesine kıyasla bozulma var. Avrupa bankalarında sorun çıkarsa bankalarımızın da bir miktar olumsuzluk yaşamaları beklenir. Enflasyon hedefin üzerinde kalacak. Bu ayrık otlarına karşın istikrar penceresi güzel bir manzara sunuyor bize. Kaldı ki o otların bir kısmını temizlemek için de çaba harcanıyor.

Ama iş uzun vadeye gelince değişiyor; hem manzara güzel değil hem de manzarayı değiştirmek için pek bir şey yapıldığı söylenemez. 1951-2010 dönemindeki ortalama büyüme hızımız yüzde 4.8 düzeyinde. Yakın döneme gelince durum şöyle: 2001-2010 döneminde ortalama yüzde 3.9, 2003-2010 döneminde ise ortalama yüzde 4.8 oranında büyümüşüz. 2011’de yüzde 7 oranında büyürsek, son beş yıldaki (2007-2011) ortalama büyüme hızımız ise yüzde 3.2 oluyor. Hatırlatayım: 2012 için IMF’nin Türkiye için karamsar büyüme tahmini, Avrupa’da işlerin karışmayacağı ve ABD’nin de resesyona girmeyeceği varsayımı altında yüzde 2.5. Kısacası, küre başını daha fazla belaya sokmazsa ve IMF’nin karamsar tahminin bir miktar üzerinde büyüsek -mesela Sayın Ali Babacan’ın uzun dönemdeki ortalama büyüme hızımızın altında kalacağız tahmini geçerli olsa- bile, 2007-2012 büyüme ortalaması yüzde 3.5’i geçmeyecek. Bu koşullar altında 2003-2012 ortalaması da pek değişmeyecek.

İkinci pencereden görülen manzara şu: Gelişmiş ülkelerin kişi başına gelir düzeyi ile Türkiye’nin kişi başına gelir düzeyi arasında kabul edilemez ölçüde yüksek bir fark var ve bu fark, 1950’den bu yana ortalamada yüzde 4.8 oranında büyümüş olmamıza karşın, değişmeden kaldı. Oysa bu bir kader değil. Bu farkı kapatan ülkeler var.

Bu konuya tekrar dönmemin nedeni şu: Meclisin açılışında yaptığı konuşmada Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül önemli bir saptama yaptı. 2023’e kadar her yıl kesintisiz yüzde 10 oranında büyürsek, kişi başına gelir düzeyimiz Avrupa Birliği’nin ortalama kişi başına gelirinin yüzde 80’ine ulaşacak. Büyüme performansımızın iki katının üzerinde bir büyüme performansı yakalamamız gerekiyor ki Sayın Gül’ün işaret ettiği gelir düzeyine 2023’te ulaşalım. Üstelik Avrupa Birliği’nin ortalaması denilince işin içine durumu bizden farklı olmayan Bulgaristan ve Romanya gibi ülkeler de giriyor. Zenginleri dikkate alarak bu hesap yapılsa gerekli büyüme hızı daha yüksek çıkacak. Durum budur.

Yorumunuzla Bu Yazıya Katkıda Bulunun

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir