Çetin Ünsalan – Sahibinin sesine…

Ne güzel anlatır değil mi Haldun Taner oyununda Vicdani figürü üzerinden karakterini sahibinin sesine bağlayanları… Yazık ki oyunda olduğu gibi hayatta da hep faturanın en büyüğünü ödeyecek olanlardır onlar…

Çünkü biat etmekle, vatandaşlık arasındaki çelişkiyi göremediklerden körü körüne inanırlar her şeye… Zannedersiniz ki faturayı ödeme zamanı geldiğinde kömür yardımı dağıtır gibi, onlara da pozitif ayrımcılık yapılacak. Ama yok… Tarih boyunca olmadığı gibi, yine olmayacak.

Ve dün başka iktidarlar zamanında yine doğruları söyleyip kötü çocuk olan bizler yine bugün de kötü çocuğuz ve eminim ki yarın iktidar değiştiğinde de kötü çocuk olacağız. Olsun, en azından çocuğumuzun yüzüne utanmadan bakabiliyoruz.

Ortaya çıkan ekonomik yükü hep birlikte sırtlayacacağız, kör ya da bilinçli olarak ayırt etmeksizin. Keşke bir kanun olsa da ekonomik çöküşlerin faturası dünden bugüne sebep olanlara, yani siyasilere ödetilebilse… Ama olmuyor… Şimdi bazı vatandaşlarımızın aklına ‘nasıl oluyor da oluyor’ cinsinden sorular takılıyor.

Hani şu lafa değil, icraata bakanlara… Oysa lafa ya da icraata tek başına bakacaklarına, gelişmeleri tarafsızca okuyup, analiz yeteneklerini kullansalar, başkasının fikrinin peşinden koşmak yerine, kendi fikirlerini de oluşturabilirler.

Mesela bazı vatandaşlarımız, 12 yıl öncesine kadar 3- 4  senede bir kriz çıktığını, ama AKP döneminde hiç kriz çıkmadığını iddia ediyorlar. Oysa biraz oturdukları yerden kalkıp, sokakta yaşasalar bunun böyle olmadığı görecekler.

Dünyada likiditenin bol olduğu dönemlerle, daraldığı dönemlerin ayrımını yapmadan bu resmi tek başına okuyamazsınız. 2000’li yıllar dünyada gelişmekte olan ülkelere kaynak akışı sağlanarak, borçlandırıldığı, birilerinin de çok güzel paralar kazandığı dönem olarak geride kaldı.

Keşke gelen paraları yemek yerine, üretim temelli yapımızı değiştirmek için kullansaydık. İşte o zaman gelen para borç değil, finansman haline dönüşürdü. Ama bizler hiç kesilmeyecek bir kaynak bulduğumuzu düşünüp, topluca yedik. Yemekle kalmadık, obezite hastalığına kapılıp, çocuklarımızdan tahsil edilmek üzere, geleceği de tükettik.

Peki bu süreçte biz hiç kriz yaşamadık mı? 2011 senesine gelene kadar 9 yılda 4 kez mali af geçiren, son üç yılda da bu afları tekrar eden, yenisi de kapıda olan bir ekonominin kriz yaşamadığını söylemek büyük yanılgıdır. Eğer bir ülkede kamunun alacakları sadece kağıt üzerinde kalıyor ve ödenemiyorsa orada kriz yaşanıyor demektir.

Ama daha sıcaklarına gelirsek… Türkiye yapısal bozuklukları ve kötü yönetimler nedeniyle periyodik girdiği krizlere yakalanmadı mı? 2007 yılında büyük adımlarla gelen bir krizi herkes iliklerine kadar hissetti. 2008 bizim kriz yılımız olacaktı. Zaten oldu da ama 2008’deki dünya krizi bunu perdelemeyi çok güzel başardı.

Nitekim bizde hatırı sayılır türev piyasalar olmadığı için ilk planda etkilenmediğimiz finans krizi, bir sene sonra daralan dünya pazarları nedeniyle bizi vurmaya başladı. Şans mı şanssızlık mı dersiniz bilemem ama dünya gelişmekte olan ülkeleri fonlamaya devam etme kararı aldı.

Bu ise faturanın bu ülkelere borçlandırarak yıkılmasından başka bir şey değildi. Nitekim krizin hemen sonrasında İngiliz Dışişleri Bakanı da G 20 Dışişleri Bakanları  toplantısında bunu dile getirmişti. Eğer Türkiye ekonomisi söylendiği kadar sağlam olsaydı 22 Mayıs 2013 Fed açıklamasından sonra bu kadar sarsılmazdı.

İçinde bulunduğumuz mali bunalımın yanıtını Gezi’de ya da 17 Aralık’ta arayanlar, kendisini kandırmaktan ve yine kendisini fazla önemsemekten başkta bir şey yapmıyor. Bu ikisinin ortaya çıkan olumsuz tabloda yüzde 10’dan fazla etkisi yoktur.

Keza Gezi’yi araştıran MASAK bir lobiye rastlayamamıştı. 17 Aralık ile yaşadığımız ise sadece gerçekle bir iki ay önce karşılaşmamızdan başka bir şey değildi. Yani iddia edilen gibi Türkiye krizsiz bir dönem geçirmedi. Son 10 yılda defaten iliklerimize kadar hissettiğimiz krizler oldu ve bunları borçlanıp, faturayı arttırarak, öteleyerek iflası yarına yaydık.

Son 12 yıldır TMSF’ye devrolan banka sayımız yok, ama yabancılara devredilen bir bankacılık sistemimiz var. Türkiye’de faaliyet gösteren 49 bankadan, 18 tanesi yüzde 100 olmak üzere 35 tanesi yabancılara ait.

Bunların verdikleri krediler de ağırlıklı olarak ya kendi ülke şirketlerine hissesi olanlara ya da tüketime yönelik. Burada kredi verdikleri yerlilere gelince… Ne kadar iyi niyetli oldukları da 2008 krizinde vadesinden önce erken çağırdıkları kredilerle onlarca firmanın batmasına nasıl neden olduklarında gizli…

Borsadaki işlemlerin de ağırlıkla ilk 10 hisse üzerinden yapıldığını ve yarısından fazlasının da banka olduğunu düşünürseniz, zaten borsa da bize ait değil. Yani bu şartlar altında TMSF’ye devrolan banka olmasa ne olur?

O sorun aşılmış, bambaşka bir problem yaratılmış. Kamu bankalarında da dünün görev zararları, bugünün iktidar talebiyle havuza atılan paraları haline dönüşmüş. Tartışmaya bile tenezzül edilmeyen son yolsuzluk iddiaların mali boyutu 85 milyar Avro… Yani iddia edilen zarar olan 159 milyar dolardan daha büyük. Bu ne olacak?

Gelelim borç meselesine. Resmi rakamlara göre Türkiye’nin yurtdışı varlıklarıyla, yükümlülükleri arasındaki fark eksi 390 milyar dolar. Yani karşılığı olmadan kullanılan para miktarı… IMF’ye borcumuz bitmiş. IMF kredibilitesi ve 4. Madde kapsamında denetim/gözetim ile süren ilişkilerde verilen taahhütler nedeniyle alınan kredileri ne yapacağız?

IMF’ye borcumuzu bitirmişiz, ama toplamda iç ve dış borç toplamı 1 trilyon TL’ye varmış durumda… Bugün itibariyle yaklaşık 600 milyar dolara tekabül eden rakama bakarsak, 2012 sonu itibariyle iki veri aktaracağım: Kamunun toplam 563 milyar TL iç ve dış borcu var. Özel sektörün de 226 milyar dolar dış borcu… Koyun son 1,5 senelik maliyeti de üstüne ve bence 600 milyar dolara razı olun.

Gırtlağına kadar borca batan vatandaş, özel sektörü ve özel sektör içinde sendikasyon yoluyla en büyük borçlu olan bankalar da cabası. Bir de dalga geçer gibi borç bitiminden bahsediyorlar.

Ahmet’ten borç almışsın. Ona olan hesabı kapatmışsın ama Ahmet’in kefaletiyle X bankasından aldığından kat be kat fazla borcu yok sayıyorsun? Bu da bir akıl işte… Dolar kuruna gelince.

Onun zaten tartışılacak bir yanı yok. Kriz öncesinde sadece Merkez Bankası’nın enflasyon maliyetleriyle olması gereken rakam 2,2 TL idi… Şimdi finansman sıkıntısıyla birlikte seçim sonrasında çok daha yukarılara çıktığını hep birlikte göreceğiz. Tavsiyem 2,5’lara razı olun.

Ülkenin toplam GSMH’sının, toplam yükümlülüklerle mukayesesi yüzde 60 borca tekabül ediyorsa, orada büyüklükten falan söz edilmez. Ancak borçtan söz edilir. Eriyen esnaf meselesine de bakalım.

Sadece TESK’in açıkladığı rakam son 5 yılda kapanan 1 milyon 145 bin iş yeri… Yine TESK’in tespiti firmaların ömrü artık 1 ila 3 yıl arasında. Yani artık evlatlara devredilen dükkânlar yok. Gelelim emlak ve gayrimenkul sektörüne…

İşte işin bombası burada… Türkiye’de sektörlerin yurtdışı borçluluk ortalaması yüzde 30 – 35 dilimindedir. İnşaat sektörü şu an yüzde 70’lere vurmuş durumda… Yabancı gayrimenkul sektörü şirketlerinin tespitlerine göre sadece İstanbul’da 1 milyon konut stoğu bulunuyor. Yani borç alıp, toprağa gömülen milyon dolarlar…

Çok kısa süre içinde krizin nasıl buradan başladığını, o trilyonluk dairelerin de değerinin 2008 ABD mortgage krizindeki gibi nerelere gerileyeceğini göreceksiniz. Ev ve araç sahibi olanlara bakarsak.

Onlar sadece sahip olduklarını sanıyorlar. Borçlarını bitirmeden hiçbiri onların değil. Sağlaması için bakınız 2001 krizinde yollardaki hacizli arabalar ile yok pahasına elde kalan dairelere…

İşin özü şu… Bir hayal aleminde yaşıyorsunuz ve bu rüyadan uyanmak istemiyorsunuz. Haklı da olabilirsiniz… Bu ülkede yaşayan hiç kimse bir kriz çıkmasını istemez. Ama ekonominin de politikası olur, siyaseti olmaz.

Eğer kötümser olmakla, gerçekçi olmak arasındaki farkı bilmiyorsanız, atın altına imzayı ben payıma düşen fatura miktarını bu vatandaşlarımıza yollayacağım. Gördüğünüz gibi ekonomiyi bilmek için ekonomist olmaya gerek yok. Gazeteci olmak yeterli…

Bunları yorumlamak için de siyasilerin söylemlerine bakmak yerine, açıklanan resmi verilere baksanız zaten fotoğrafı görürsünüz. Üstelik bunların oynanmışlığıyla ilgili gözükmeyen farkları, yani gerçekleri saymıyorum dahi… Görmek istemiyor musunuz? İyi uykular… Kriz gelince uyandıran bulunur elbet.

[email protected]

Yorumunuzla Bu Yazıya Katkıda Bulunun

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir